Post by Admin on Oct 7, 2014 13:25:47 GMT
Peygamberimiz tebliğ vazifesi yanında ibadetlerini de müşriklerden gizli yapıyordu. Bu sebeple İslamiyet’in ibadet tarzı pek bilinmiyordu. Bir gün Resûlullah (a.s.m.), Hz. Ali’yle beraber namaz kılarken kardeşi Câfer bunu gördü. Merak etti. Daha sonra Hz. Ali’yi buldu ve yaptıkları hareketin ne olduğunu sordu. Hz. Ali de bunun Cenâb-ı Hakk’a karşı yapılan bir ibadet olduğunu söyledi. İslamiyet hakkında açıklamada bulundu. Bu sözler Câfer’in çok hoşuna gitti ve hemen oracıkta Kelime-i Şehadet getirerek Müslüman oldu.
Müslümanlar bu sıralarda hem sayıca az, hem de zayıftılar. Bu sebeple diğer Müslümanlar gibi, Hz. Câfer de müşriklerin akıl almaz eza ve cefalarıyla karşılaştı. Ancak o, imanından taviz vermedi.
Müşriklerin Müslümanlara yaptıkları bu insanlık dışı işkenceler Peygamberimizi üzüyor ve düşündürüyordu. Nihayet bir grup Müslüman’ın Hz. Câfer kumandasında Habeşistan’a hicret etmelerine karar verildi. Neticede 92 kişiden müteşekkil muhacirler yurtlarını yuvalarını terk ederek Habeşistan’a göçtüler.
Fakat müşrikler peşlerini bırakmadılar. Gerek Habeş hükümdarı Necâşî için, gerekse ileri gelen devlet adamları için çok kıymetli hediyeler hazırladılar. Amr bin Âs ile Abdullah bin Ebî Rebîa’yı Habeşistan’a gönderdiler. Habeşistan’a gittiklerinde önce devlet adamlarına birçok hediye vererek onları kendi saflarına aldılar. Sonra da Necâşî’nin huzuruna çıkarak onu da ikram ve ihsana boğdular. Hükümdarı da tesir altında bırakmak için şöyle konuştular:
“Ey hükümdar! Aramızdan çıkıp işlerimizi bozan, şimdi de senin dinini, ülkeni ve halkını bozmak için çalışan bu adamlar hakkında seni ikaz ediyor, uyarıyoruz. Bunlar bizim bazı aklı ermez gençlerimizdir. Milletimizin dininden ayrıldılar, senin dinine de girmediler. Bizim ve senin bilmediğin yepyeni bir dinle ortaya çıktılar. Onlar Meryem’in oğlu İsâ’yı da ilah tanımazlar. Huzuruna girince sana secde etmezler. Sen onları bize iade et, biz onların haklarından geliriz!”
Daha önceden hediyelerle satın alınmış olunan Habeş halkının ileri gelenleri de onları tasdik ettiler. “Bunlar doğru söylüyorlar. Onlar kendilerinden olanları elbette başkalarından daha iyi bilirler.” dediler.
Fakat Habeş hükümdarı Necâşî basiretli birisiydi. Onların sözlerine kanmadı. Hadiseyi tahkik etmek, doğruluk derecesini öğrenmek istedi. Ve Muhacirleri huzuruna davet etti. Müslümanlar Hz. Câfer’i aralarında temsilci seçtiler. Necâşî’nin suallerine onun cevap vermesini istediler ve vakit geçirmeden huzura çıktılar. Hükümdarı selamladılar, fakat ona secde etmediler.
Hükümdar onlara ülkesine niçin geldiklerini sordu ve Peygamberimiz hakkında bilgi istedi. Ayrıca niçin secde etmediklerini sordu. Hz. Câfer zeki birisiydi. Hitabeti kuvvetliydi. Hükümdardan, müşriklerin elçilerinden sadece birisinin konuşması ricasında bulundu. Daha sonra da müşriklere şu sualleri sordu:
“Biz efendisinden kaçan köle miyiz? Biz haksız yere birinin kanını mı döktük ki bizi istiyorlar? Üzerimizde alıp da ödeyemediğimiz malları mı var, borçlu muyuz?...”
Cevap verme işini üzerine alan Amr bin Âs, onların köle olmayıp hür olduklarını, kimsenin kanını dökmediklerini ve kimseye borçları bulunmadığını söyledi. Ve “Biz onları, bizim dinimizi bırakıp Muhammed’in dinine girdikleri için istiyoruz.” dedi.
Bunun üzerine söz alan Hz. Câfer, Necâşî’yi ikna ve tatmin eden, onun İslamiyet’i kabul etmesine vesile olan şu beliğ konuşmayı yaptı:
“Muhterem hükümdar! Biz cahil bir millettik, putlara tapardık. Laşeleri yer, her kötülüğü işlerdik. Akrabamızla münasebetlerimizi keser, komşularımıza kötülük yapardık. Kuvvetli olanlarımız zayıf olanlarımızı ezerdi. Biz böyle bir durumda idik. Yüce Allah bize kendimizden, soyunu, doğruluğunu, eminliğini, iffet ve nezahetini bildiğimiz bir peygamber gönderdi. O bizi, Allah’a ve Allah’ın birliğine inanmaya, O’na ibadet etmeye, atalarımızdan bu yana taptığımız putları bırakmaya davet etti. Doğru sözlü olmayı, emanetleri yerine getirmeyi, komşularla güzel geçinmeyi, günahlardan ve kan dökmekten sakınmayı emretti. Her türlü ahlaksızlıktan, yalan söylemekten, yetimlerin malını yemekten, namuslu kadınlara iftira etmekten bizi menetti.”
Hz. Câfer, bir cemiyetin ahlaki esaslarını ihtiva eden bu konuşmalardan sonra, huzura girdiklerinde secde etmemelerinin sebebini de, “Biz Allah’tan başkasına secde etmekten Allah’a sığınırız!” diye cevaplandırdı.
Bu konuşmalardan sonra Necâşî’nin, “Sizin yanınızda Allah’tan gelmiş bir şey var mı?” suali üzerine Hz. Câfer, Meryem Sûresi’nden birkaç âyet okudu. Artık Necâşî’nin gönlünde hidayet güneşi doğmuştu. Şöyle söylemekten kendini alamadı:
“Sizi ve yanından geldiğiniz zatı tebrik ederim! Şehadet ederim ki o, Allah’ın Resûl’üdür. Vallahi eğer o, ülkemde olsaydı, gidip onun ayakkabılarını taşır, ayaklarını yıkardım...”
Necâşî daha sonra müşriklerin rüşvet olarak getirdikleri hediyelere ihtiyacı olmadığını söyledi ve geri iade edilmesini emretti.
Necâşî’nin Müslüman olmasından ve “Bir dağ altına malik olma pahasına da olsa sizden birisinin üzüntüye uğratılmasına razı olmam. Gidiniz ülkemde emniyet ve huzura kavuşmuş olarak yaşayınız.” diyerek sahip çıkmasından sonra Muhacirler, Habeşistan’da huzur içinde yaşadılar. İslamiyet’in orada yayılması için gayret gösterdiler. Bir müddet sonra da Medine’ye hicret ettiler.
Muhacirler döndükleri sırada mücahitler Hayber’i fethetmiş bulunuyorlardı. Peygamberimiz bilhassa Hz. Câfer’in döndüğüne çok sevindi. Onu kucakladı, bağrına bastı, alnından öptü ve sevincini şöyle izhar etti:
“Ben hangisine sevineceğimi bilemiyorum. Hayber’in fethine mi, yoksa Câfer’in gelişine mi?...”[1]
Peygamber Efendimize ahlakça ve vücutça en çok benzeyen sahabi, Hz. Ali’nin kardeşi Hz. Câfer idi (r.a.). Onun, Peygamberimizin yanında apayrı bir yeri vardı. Hz. Câfer için “fakirlerin babası” derdi. Câfer (r.a.) bütün fakirleri korumakla beraber, bilhassa mescitte devamlı ilim ve iman hizmetiyle meşgul olan Ashâb-ı Suffe’yi himaye eder, ihtiyaçlarını karşılardı. Ashâb-ı Suffe’nin ileri gelenlerinden olan Ebû Hüreyre’nin (r.a.) onun hakkındaki şu sözleri bunu çok güzel ifade eder:
“Biz, Câfer bin Ebû Tâlib’e ‘fakirlerin babası’ diye hitap ederdik. Kendisine gittiğimiz zaman hazırda ne varsa ikram ederdi. Birçokları bana ‘Çok fazla hadis rivayet ediyorsun.’ diyorlar. Ben, karın tokluğuyla iktifa ederek daima Resûlullah ile beraber bulunuyordum. Ne yemeğin lezzetlisini ne de elbisenin yenisini arardım. Kimsenin bana hizmet etmesini de istemezdim. Bazen açlığı bastırmak için karnıma taş bağladığım olurdu! Fakirlere en çok yardım eden zat olan Câfer bin Ebû Tâlib bizi alır, evine götürür, ne varsa yedirirdi.”[2]
Hz. Câfer beliğ bir hatip, fakirleri koruyan bir hayırsever olduğu gibi, Allah yolunun kahraman bir mücahidiydi de… Onun Bizanslılarla yapılan Mute Harbi’nde gösterdiği kahramanlık tarihe altın bir sayfa olarak kaydoldu. Zeyd bin Hârise’nin (r.a.) şehit olmasından sonra, Resûlullah’ın talimatı üzerine sancağı o aldı. Fakat nefsi ona dünyayı sevdirmeye ve ölümü çirkin göstermeye çalışıyordu. Hz. Câfer nefsin bu sesine karşı, “Sen bana dünyayı sevdirmek istiyorsun. Hâlbuki bu an, müminlerin kalplerindeki imanı pekiştirmek zamanıdır.” diyerek susturuyordu.
Kahramanca düşman saflarına hücuma geçti. Şehit olacağını bile bile kılıç sallamaya devam etti. Bir yandan kılıç sallıyor, bir yandan da, “Cennet de, ona yaklaşmak da ne güzeldir… Onun şerbetleri tatlı ve soğuktur.” diyerek mücahitleri coşturuyordu. Hz. Zeyd’in şehit olması mücahitlerin biraz da morallerini bozmuş, şevklerini kırmıştı. Fakat Hz. Câfer’in gösterdiği cesaret ve kahramanlık sayesinde yeniden güçlendiler. Bir kartal atılganlığıyla hücuma geçtiler.
Fakat düşman gözler, Hz. Câfer’in üzerinden ayrılmıyor, onu şehit etmenin yollarını arıyordu. Nihayet sinsice yaklaşan bir askerin kılıç darbesiyle sağ eli kesildi. Hemen sancağı sol eline aldı. Sol eli de kesilince kesik kollarıyla sancağa sarıldı. Şehit oluncaya kadar sancağı yere düşürmedi. Nihayet şehit oldu.
Abdullah bin Ömer (r.a.), Hz. Câfer’in vücudunda 90’ın üzerinde kılıç ve mızrak yarası tespit ettiklerini haber veriyordu.
Mute Savaşı cereyan ederken Peygamber Efendimiz, Medine’de minber üzerinde müminlere nasihat ediyordu. Cenâb-ı Hak savaş sahnesini olduğu gibi ona gösterdi. Diğer kumandanlarla birlikte Hz. Câfer’in de şehit düştüğünü, Ashâbına haber verdi. Ve “Allah ona, kesilen iki koluna bedel iki kanat verdi. Onlarla cennete uçtu.” buyurdu.[3]Bundan sonra Hz. Câfer, sahabiler arasında iki kanatlı manasında “Zülcenâheyn” ve “Tayyar” unvanlanyla anıldı.
Allah ondan razı olsun!
____________________________________
[1]Sîre, 1: 356.
[2]Tabakât, 4: 34; Tirmizî, Menâkıb: 30.
[3]Üsdü’l-Gàbe, 1: 358.
Müslümanlar bu sıralarda hem sayıca az, hem de zayıftılar. Bu sebeple diğer Müslümanlar gibi, Hz. Câfer de müşriklerin akıl almaz eza ve cefalarıyla karşılaştı. Ancak o, imanından taviz vermedi.
Müşriklerin Müslümanlara yaptıkları bu insanlık dışı işkenceler Peygamberimizi üzüyor ve düşündürüyordu. Nihayet bir grup Müslüman’ın Hz. Câfer kumandasında Habeşistan’a hicret etmelerine karar verildi. Neticede 92 kişiden müteşekkil muhacirler yurtlarını yuvalarını terk ederek Habeşistan’a göçtüler.
Fakat müşrikler peşlerini bırakmadılar. Gerek Habeş hükümdarı Necâşî için, gerekse ileri gelen devlet adamları için çok kıymetli hediyeler hazırladılar. Amr bin Âs ile Abdullah bin Ebî Rebîa’yı Habeşistan’a gönderdiler. Habeşistan’a gittiklerinde önce devlet adamlarına birçok hediye vererek onları kendi saflarına aldılar. Sonra da Necâşî’nin huzuruna çıkarak onu da ikram ve ihsana boğdular. Hükümdarı da tesir altında bırakmak için şöyle konuştular:
“Ey hükümdar! Aramızdan çıkıp işlerimizi bozan, şimdi de senin dinini, ülkeni ve halkını bozmak için çalışan bu adamlar hakkında seni ikaz ediyor, uyarıyoruz. Bunlar bizim bazı aklı ermez gençlerimizdir. Milletimizin dininden ayrıldılar, senin dinine de girmediler. Bizim ve senin bilmediğin yepyeni bir dinle ortaya çıktılar. Onlar Meryem’in oğlu İsâ’yı da ilah tanımazlar. Huzuruna girince sana secde etmezler. Sen onları bize iade et, biz onların haklarından geliriz!”
Daha önceden hediyelerle satın alınmış olunan Habeş halkının ileri gelenleri de onları tasdik ettiler. “Bunlar doğru söylüyorlar. Onlar kendilerinden olanları elbette başkalarından daha iyi bilirler.” dediler.
Fakat Habeş hükümdarı Necâşî basiretli birisiydi. Onların sözlerine kanmadı. Hadiseyi tahkik etmek, doğruluk derecesini öğrenmek istedi. Ve Muhacirleri huzuruna davet etti. Müslümanlar Hz. Câfer’i aralarında temsilci seçtiler. Necâşî’nin suallerine onun cevap vermesini istediler ve vakit geçirmeden huzura çıktılar. Hükümdarı selamladılar, fakat ona secde etmediler.
Hükümdar onlara ülkesine niçin geldiklerini sordu ve Peygamberimiz hakkında bilgi istedi. Ayrıca niçin secde etmediklerini sordu. Hz. Câfer zeki birisiydi. Hitabeti kuvvetliydi. Hükümdardan, müşriklerin elçilerinden sadece birisinin konuşması ricasında bulundu. Daha sonra da müşriklere şu sualleri sordu:
“Biz efendisinden kaçan köle miyiz? Biz haksız yere birinin kanını mı döktük ki bizi istiyorlar? Üzerimizde alıp da ödeyemediğimiz malları mı var, borçlu muyuz?...”
Cevap verme işini üzerine alan Amr bin Âs, onların köle olmayıp hür olduklarını, kimsenin kanını dökmediklerini ve kimseye borçları bulunmadığını söyledi. Ve “Biz onları, bizim dinimizi bırakıp Muhammed’in dinine girdikleri için istiyoruz.” dedi.
Bunun üzerine söz alan Hz. Câfer, Necâşî’yi ikna ve tatmin eden, onun İslamiyet’i kabul etmesine vesile olan şu beliğ konuşmayı yaptı:
“Muhterem hükümdar! Biz cahil bir millettik, putlara tapardık. Laşeleri yer, her kötülüğü işlerdik. Akrabamızla münasebetlerimizi keser, komşularımıza kötülük yapardık. Kuvvetli olanlarımız zayıf olanlarımızı ezerdi. Biz böyle bir durumda idik. Yüce Allah bize kendimizden, soyunu, doğruluğunu, eminliğini, iffet ve nezahetini bildiğimiz bir peygamber gönderdi. O bizi, Allah’a ve Allah’ın birliğine inanmaya, O’na ibadet etmeye, atalarımızdan bu yana taptığımız putları bırakmaya davet etti. Doğru sözlü olmayı, emanetleri yerine getirmeyi, komşularla güzel geçinmeyi, günahlardan ve kan dökmekten sakınmayı emretti. Her türlü ahlaksızlıktan, yalan söylemekten, yetimlerin malını yemekten, namuslu kadınlara iftira etmekten bizi menetti.”
Hz. Câfer, bir cemiyetin ahlaki esaslarını ihtiva eden bu konuşmalardan sonra, huzura girdiklerinde secde etmemelerinin sebebini de, “Biz Allah’tan başkasına secde etmekten Allah’a sığınırız!” diye cevaplandırdı.
Bu konuşmalardan sonra Necâşî’nin, “Sizin yanınızda Allah’tan gelmiş bir şey var mı?” suali üzerine Hz. Câfer, Meryem Sûresi’nden birkaç âyet okudu. Artık Necâşî’nin gönlünde hidayet güneşi doğmuştu. Şöyle söylemekten kendini alamadı:
“Sizi ve yanından geldiğiniz zatı tebrik ederim! Şehadet ederim ki o, Allah’ın Resûl’üdür. Vallahi eğer o, ülkemde olsaydı, gidip onun ayakkabılarını taşır, ayaklarını yıkardım...”
Necâşî daha sonra müşriklerin rüşvet olarak getirdikleri hediyelere ihtiyacı olmadığını söyledi ve geri iade edilmesini emretti.
Necâşî’nin Müslüman olmasından ve “Bir dağ altına malik olma pahasına da olsa sizden birisinin üzüntüye uğratılmasına razı olmam. Gidiniz ülkemde emniyet ve huzura kavuşmuş olarak yaşayınız.” diyerek sahip çıkmasından sonra Muhacirler, Habeşistan’da huzur içinde yaşadılar. İslamiyet’in orada yayılması için gayret gösterdiler. Bir müddet sonra da Medine’ye hicret ettiler.
Muhacirler döndükleri sırada mücahitler Hayber’i fethetmiş bulunuyorlardı. Peygamberimiz bilhassa Hz. Câfer’in döndüğüne çok sevindi. Onu kucakladı, bağrına bastı, alnından öptü ve sevincini şöyle izhar etti:
“Ben hangisine sevineceğimi bilemiyorum. Hayber’in fethine mi, yoksa Câfer’in gelişine mi?...”[1]
Peygamber Efendimize ahlakça ve vücutça en çok benzeyen sahabi, Hz. Ali’nin kardeşi Hz. Câfer idi (r.a.). Onun, Peygamberimizin yanında apayrı bir yeri vardı. Hz. Câfer için “fakirlerin babası” derdi. Câfer (r.a.) bütün fakirleri korumakla beraber, bilhassa mescitte devamlı ilim ve iman hizmetiyle meşgul olan Ashâb-ı Suffe’yi himaye eder, ihtiyaçlarını karşılardı. Ashâb-ı Suffe’nin ileri gelenlerinden olan Ebû Hüreyre’nin (r.a.) onun hakkındaki şu sözleri bunu çok güzel ifade eder:
“Biz, Câfer bin Ebû Tâlib’e ‘fakirlerin babası’ diye hitap ederdik. Kendisine gittiğimiz zaman hazırda ne varsa ikram ederdi. Birçokları bana ‘Çok fazla hadis rivayet ediyorsun.’ diyorlar. Ben, karın tokluğuyla iktifa ederek daima Resûlullah ile beraber bulunuyordum. Ne yemeğin lezzetlisini ne de elbisenin yenisini arardım. Kimsenin bana hizmet etmesini de istemezdim. Bazen açlığı bastırmak için karnıma taş bağladığım olurdu! Fakirlere en çok yardım eden zat olan Câfer bin Ebû Tâlib bizi alır, evine götürür, ne varsa yedirirdi.”[2]
Hz. Câfer beliğ bir hatip, fakirleri koruyan bir hayırsever olduğu gibi, Allah yolunun kahraman bir mücahidiydi de… Onun Bizanslılarla yapılan Mute Harbi’nde gösterdiği kahramanlık tarihe altın bir sayfa olarak kaydoldu. Zeyd bin Hârise’nin (r.a.) şehit olmasından sonra, Resûlullah’ın talimatı üzerine sancağı o aldı. Fakat nefsi ona dünyayı sevdirmeye ve ölümü çirkin göstermeye çalışıyordu. Hz. Câfer nefsin bu sesine karşı, “Sen bana dünyayı sevdirmek istiyorsun. Hâlbuki bu an, müminlerin kalplerindeki imanı pekiştirmek zamanıdır.” diyerek susturuyordu.
Kahramanca düşman saflarına hücuma geçti. Şehit olacağını bile bile kılıç sallamaya devam etti. Bir yandan kılıç sallıyor, bir yandan da, “Cennet de, ona yaklaşmak da ne güzeldir… Onun şerbetleri tatlı ve soğuktur.” diyerek mücahitleri coşturuyordu. Hz. Zeyd’in şehit olması mücahitlerin biraz da morallerini bozmuş, şevklerini kırmıştı. Fakat Hz. Câfer’in gösterdiği cesaret ve kahramanlık sayesinde yeniden güçlendiler. Bir kartal atılganlığıyla hücuma geçtiler.
Fakat düşman gözler, Hz. Câfer’in üzerinden ayrılmıyor, onu şehit etmenin yollarını arıyordu. Nihayet sinsice yaklaşan bir askerin kılıç darbesiyle sağ eli kesildi. Hemen sancağı sol eline aldı. Sol eli de kesilince kesik kollarıyla sancağa sarıldı. Şehit oluncaya kadar sancağı yere düşürmedi. Nihayet şehit oldu.
Abdullah bin Ömer (r.a.), Hz. Câfer’in vücudunda 90’ın üzerinde kılıç ve mızrak yarası tespit ettiklerini haber veriyordu.
Mute Savaşı cereyan ederken Peygamber Efendimiz, Medine’de minber üzerinde müminlere nasihat ediyordu. Cenâb-ı Hak savaş sahnesini olduğu gibi ona gösterdi. Diğer kumandanlarla birlikte Hz. Câfer’in de şehit düştüğünü, Ashâbına haber verdi. Ve “Allah ona, kesilen iki koluna bedel iki kanat verdi. Onlarla cennete uçtu.” buyurdu.[3]Bundan sonra Hz. Câfer, sahabiler arasında iki kanatlı manasında “Zülcenâheyn” ve “Tayyar” unvanlanyla anıldı.
Allah ondan razı olsun!
____________________________________
[1]Sîre, 1: 356.
[2]Tabakât, 4: 34; Tirmizî, Menâkıb: 30.
[3]Üsdü’l-Gàbe, 1: 358.