Post by Admin on Oct 7, 2014 13:25:27 GMT
Uhud Harbi hazırlıkları günden güne ilerliyordu. Müslümanlar bir taraftan Hz. Peygamber’in (a.s.m.) nezaretinde erzak hazırlıklarını tamamlarken, kılıç ve ok talimlerini de ihmal etmiyorlardı. Bu arada eli kılıç tutan genç ve yiğit Müslümanlar da Peygamberimize (a.s.m.) müracaat ediyor, harbe katılmak için müsaade istiyorlardı.
Bedir Savaşı’na katılamamanın ıstırabı ve hüznü ile yanıp tutuşan bir genç de, savaşa katılabilmek için Resûlullah’a (a.s.m.) müracaat etmişti. Resûlullah (a.s.m.), gidip babasından izin aldığı takdirde savaşa katılabileceğini kendisine bildirdi. Biraz üzgün ve heyecanlı şekilde babasına giden bu genç, çocuk denecek kadar küçük bir yaşta babasıyla birlikte İkinci Akabe Biatı’nda Resûlullah’a (a.s.m.) tabi olmuş olan Câbir bin Abdullah’tan başkası değildi:
Hz. Câbir’in babası Abdullah bin Amr (r.a.), oğlunun arzusuna şöyle cevap verdi:
“Sevgili evladım, yedi kız kardeşine bakıp himaye edecek başka bir kimse olsaydı, senin Uhud’da gözlerimin önünde şehit olmanı ne kadar isterdim!”[1]
Câbir’in babası, oğlunu Uhud’da şehit olarak göremedi, ama kendisi aynı harpte kahramanca çarpışarak şehit oldu.
Babasının şehit olmasından sonra aile reisliğini de üzerine almış olan Câbir (r.a.), genç yaşta Müslüman olmuş ve mümtaz vasıflarıyla Hz. Peygamber’in (a.s.m.) defalarca takdirlerine mazhar olmuştu. Resûlullah sık sık evlerine misafir gider, yemeğe kalırdı.
Câbir’e babasından epey bir miktar borç miras kalmıştı. Alacak sahipleri de Yahudi’ydi ve devamlı olarak Câbir’i sıkıştırıyorlardı. Abdullah bin Amr’ın geride bıraktığı miktar çok az olduğu gibi, ancak küçücük bir hurma bahçesine sahip olan Câbir’in bahçesindeki hurmaların geliri birkaç senede bile babasının borcunu ödeyecek durumda değildi.
Çok zor durumda kalan Câbir (r.a.) bir çare bulma ümidiyle bir seferinde Peygamberimize geldi:
“Ey Allah’ın Resûl’ü, babam Uhud’da şehit düştü. Büyük miktarda da borç bıraktı. Alacaklılar sıkıştırıyorlar. Yardım ediniz de borcun bir kısmı gelecek seneye kalsın...”
Peygamberimiz, Hz. Câbir’in teklifini kabul etti. Ertesi gün hazırlığa başladı. Kâinatın Efendisi, hanesini teşrif edecekti. Hanımına da tembih ederek, “Bize Resûlullah gelecek, sakın onu rahatsız etmeyelim!” dedi.
Ertesi sabah Peygamberimiz, Hz. Câbir’in evine gitti. Ev sahibi bir koyun kesti. Peygamberimiz, Hz. Ebû Bekir ve bazı sahabilerle Hz. Câbir’in davetinde bulundular. Daha sonra Peygamberimiz, alacaklıları çağırmasını söyledi. Hz. Câbir onları çağırmaya gitti. Hanımı Peygamberimizi görünce perde gerisinden, “Yâ Resûlallah, bana ve kocama dua et.” diye niyazda bulundu. Peygamberimiz de, “Allah seni ve kocanı mağfiret etsin.” diyerek en hayırlı duayı yaptı.
Bu arada olup bitenler “Mektûbât”ta şöyle anlatılır:
“Câbir, pederinin asıl malını guremaya [alacaklılara] verdi. Kabul etmediler. Hâlbuki bağındaki meyveleri kaç senede deynine [borcuna] kâfi gelmeyecek. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti: ‘Bağın meyvelerini koparınız, harman ediniz.’ Öyle yaptılar. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm harman içinde gezdi, dua etti. Sonra Câbir harmandan pederinin bütün guremasının borçlarını verdikten sonra yine bir senede bağdan gelen mahsulat kadar harmanda kaldı. Bir rivayette, bütün guremaya verdiği kadar kaldı. O hadiseden borç sahipleri Yahudiler çok taaccüp edip hayrette kaldılar.”[2]
Hz. Câbir daha sonra hanımının Peygamberimizin duasını istediğini duyunca ona, “Ben sana Peygamberimizi rahatsız etmemeni söylememiş miydim?!” diye çıkıştı. Hanımı da, “Resûl-i Ekrem benim evime gelir de, ben ondan bana ve kocama dua etmesini nasıl istemem?! Biz zaten Resûl-i Ekrem’in himmet ve yardımı ile borcumuzdan kurtulduk,” diye cevap verdi.
Bedir ve Uhud’da bulunamamanın üzüntüsünü her zaman hisseden Câbir, babasının vefatından sonra hiçbir sefer ve gazadan geri kalmadı ve Resûlullah ile (a.s.m.) birlikte 19 gazaya iştirak etti.
Babasının Uhud’da şehit olmasından sonra Hz. Câbir dul bir kadınla evlenmişti. Resûlullah (a.s.m.) bu evlenmeden haberdar olduğu zaman, biraz da taaccüple kendisine, “Bakire mi, dul mu aldın?” diye sormuştu. Câbir (r.a.) şöyle cevap verdi:
“Ey Allah’ın Resûl’ü, biliyorsunuz, benim yedi kız kardeşim vardır. Onlara bakıp saçlarını tarayacak, besleyip büyütecek tecrübeli birisini almak istedim. Onun için dul bir kadını tercih ettim.”
Fevkalade yakışıklılığı ve kahramanlığıyla istediği kızla evlenebilecek durumda olan Câbir’in bu davranışı Resûlullah’ın (a.s.m.) çok hoşuna gitti ve “İsabet ettin, ey Câbir!” diyerek kendisini teyit buyurdu.[3]Câbir’in (r.a.) evlendiği Süheyme binti Mes’ud isimli kadın, daha sonraları İslam’a büyük hizmetlerde bulunmuştur.[4]
Ensar’ın ileri gelenlerinden olan Hz. Câbir, Medine’ye iki kilometre kadar uzak bir mesafede oturmasına rağmen, Peygamber Mescidi’nde, Peygamberimizin (a.s.m.) imamlığında kılınan bütün vakit namazlarına iştirak ederdi. Hz. Câbir’in kabilesi olan Selemeoğulları bir ara Mescid-i Nebevî civarında boş olan yere yerleşmek istedi. Bunu haber alan Resûlullah, “Ey Selemeoğulları! Yurtlarınızdan ayrılmayınız ki, izleriniz [sevaplarınız] çok olsun.” buyurdu.[5]
Hendek Harbi sırasında Müslümanlar en sıkıntılı günlerini yaşıyorlardı. Müslümanlar bir taraftan hendek kazarak muhasara için hazırlık yapıyorlar, diğer taraftan da açlık tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyorlardı. Hz. Câbir’in (r.a.) rivayet ettiği bir hadise, Müslümanların bu harpte çektikleri sıkıntı ve ıstıraplarının açık bir misalidir.
Hendek kazmakla meşgul olan sahabiler, bir kaya parçasına tesadüf ederler ve onu bir türlü yerinden oynatamazlar. Resûlullah (a.s.m.), kayanın üzerine biraz su serpmelerini söyler ve eline aldığı balyozu üç defa taşa vurur, taş paramparça olup dağılır. Hz. Câbir der ki: “Dikkat ettim, Resûlullah (a.s.m.) bu işi yaptığı sırada karnına açlığını bastırmak için taş bağlamıştı.”[6]
İşte bu sıkıntılı ve ıstıraplı günlerden birinde, Hz. Câbir’in evinde bir miktar arpa ile bir oğlak vardı. Hanımıyla konuşarak, onları Resûlullah (a.s.m.) ve beraberinde bulunan birkaç sahabeye ikram etmeye karar verdi. Zaten daha fazlasına da güçleri yetmezdi. Câbir, Resûlullah’a (a.s.m.) gelip, “Biraz yemeğim var. Siz ve birkaç kişi buyurun.” dedi. Resûlullah, “Peki, hanımına söyle, ben gelinceye kadar yemeği ocaktan indirmesin, arpa ekmeğini de tandırdan çıkarmasın.” buyurdu.
Biraz sonra Hz. Câbir, Hendek mahallinden ayrılarak evine döndü. Bu arada Peygamberimiz (a.s.m.), iki elini ağzına götürerek bütün Ensar ve Muhacirîn’e işittirecek bir sesle, “Ey Hendek ahalisi! Câbir bir yemek hazırlamış, bizi davet ediyor. Haydi gidelim.” diye bağırdı.
Açlıklarını karınlarına bağladıkları taşlarla gidermeye çalışan yüzlerce sahabe bu davete icabet ederek Câbir’in (r.a.) evinin yolunu tuttu. Sahabiler gruplar hâlinde evin içini ve civarını doldurmuştu. Bu arada, Hz. Câbir bir pişen yemeğe, bir de gelenlere bakarak, şaşkınlıktan ne yapacağını bilemez bir vaziyette, “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn.” demekten kendisini alamadı.
Sonra Resûlullah (a.s.m.) geldi ve yemeği ortaya koymalarını emretti. Yemeğin başına geçerek dağıtmaya başladı. Biraz ekmek alıp, üzerine bir miktar pişmiş et koyarak, sıraya dizilmiş olan sahabilere dağıtıyordu. Yüzlerce sahabe karnını doyurduğu hâlde, birkaç kişilik olan yemek bir türlü bitmek tükenmek bilmiyordu. Herkes yemeğini aldıktan sonra, Resûlullah Efendimiz de bir miktar alıp yedi. Ve geride hâlâ ekmek ve et duruyordu. Hz. Câbir şöyle der:
“Bütün bin adam o sa’dan [arpadan], o oğlaktan yediler, gittiler. Daha tenceremiz dolu kaynıyor, daha hamurumuz ekmek yapılıyor. [Zira Resûlullah] o hamura, o tencereye mübarek ağzını koyup bereketle dua etmişti.”[7]
Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) bu nevi iltifatlarına birçok defa mazhar olan Câbir (r.a.), ilmi önce Resûlullah’tan tahsil etmiş, daha sonra Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali, Ebû Ubeyde ve Talha’dan (r.a.) tahsile devam etmişti. Bildiklerini başkalarına aktarmakta ve öğretmekte de çok cömert davrandı ve naklettiği 500’den fazla hadis-i şerif yanında İmam-ı Bakır, Muhammed bin Münkedir, Sâid bin Minâ, Âsım bin Ömer bin Katâde gibi çok kıymetli ilim adamlarını talebe olarak miras bıraktı.
Uzunca bir ömre mazhar oldu. Müslümanlardan herkese karşı şefkatli ve merhametli davranmakta çok hassas idi. Hz. Ali ile Muâviye arasındaki ihtilafta Hz. Ali’nin yanında yer almakla birlikte, daha sonraki ihtilafların dışında kaldı. Müslümanlar arasındaki ihtilaflardan söz edildiği zamanlarda şu hadis-i şerifi naklederdi:
“İnsanlar Allah’ın dinine cemaatler hâlinde girdiler. Yine zaman gelecek, cemaatler hâlinde ondan çıkacaklar.”[8]
Ömrünün sonlarına doğru Haccâc’ın valilerinin zulüm ve sıkıntıları yüzünden fazlaca müteessir olmuş ve çökmüştü. Hicret’in 74. senesinde 94 yaşındayken vefat etti. Haccâc da dâhil binlerce Müslüman, Hz. Câbir’in (r.a.) cenaze namazına iştirak etti. Sağlığında olduğu gibi cenazesiyle de Müslümanların bir araya gelerek kaynaşmasına vesile olan Hz. Câbir’in şefaatinden Cenâb-ı Hak bizleri mahrum etmesin!
_________________________________
[1]Müsned, 3: 395.
[2]Mektûbât, s. 108; Müsned, 3: 373.
[3]Buhârî, 2: 580.
[4]Müsned, 3: 334.
[5]Müslim, Mesâcid: 281.
[6]Müsned, 3: 303.
[7]Müsned, 3: 337; Mektûbât, s. 103.
[8]Müsned, 3: 343.
Bedir Savaşı’na katılamamanın ıstırabı ve hüznü ile yanıp tutuşan bir genç de, savaşa katılabilmek için Resûlullah’a (a.s.m.) müracaat etmişti. Resûlullah (a.s.m.), gidip babasından izin aldığı takdirde savaşa katılabileceğini kendisine bildirdi. Biraz üzgün ve heyecanlı şekilde babasına giden bu genç, çocuk denecek kadar küçük bir yaşta babasıyla birlikte İkinci Akabe Biatı’nda Resûlullah’a (a.s.m.) tabi olmuş olan Câbir bin Abdullah’tan başkası değildi:
Hz. Câbir’in babası Abdullah bin Amr (r.a.), oğlunun arzusuna şöyle cevap verdi:
“Sevgili evladım, yedi kız kardeşine bakıp himaye edecek başka bir kimse olsaydı, senin Uhud’da gözlerimin önünde şehit olmanı ne kadar isterdim!”[1]
Câbir’in babası, oğlunu Uhud’da şehit olarak göremedi, ama kendisi aynı harpte kahramanca çarpışarak şehit oldu.
Babasının şehit olmasından sonra aile reisliğini de üzerine almış olan Câbir (r.a.), genç yaşta Müslüman olmuş ve mümtaz vasıflarıyla Hz. Peygamber’in (a.s.m.) defalarca takdirlerine mazhar olmuştu. Resûlullah sık sık evlerine misafir gider, yemeğe kalırdı.
Câbir’e babasından epey bir miktar borç miras kalmıştı. Alacak sahipleri de Yahudi’ydi ve devamlı olarak Câbir’i sıkıştırıyorlardı. Abdullah bin Amr’ın geride bıraktığı miktar çok az olduğu gibi, ancak küçücük bir hurma bahçesine sahip olan Câbir’in bahçesindeki hurmaların geliri birkaç senede bile babasının borcunu ödeyecek durumda değildi.
Çok zor durumda kalan Câbir (r.a.) bir çare bulma ümidiyle bir seferinde Peygamberimize geldi:
“Ey Allah’ın Resûl’ü, babam Uhud’da şehit düştü. Büyük miktarda da borç bıraktı. Alacaklılar sıkıştırıyorlar. Yardım ediniz de borcun bir kısmı gelecek seneye kalsın...”
Peygamberimiz, Hz. Câbir’in teklifini kabul etti. Ertesi gün hazırlığa başladı. Kâinatın Efendisi, hanesini teşrif edecekti. Hanımına da tembih ederek, “Bize Resûlullah gelecek, sakın onu rahatsız etmeyelim!” dedi.
Ertesi sabah Peygamberimiz, Hz. Câbir’in evine gitti. Ev sahibi bir koyun kesti. Peygamberimiz, Hz. Ebû Bekir ve bazı sahabilerle Hz. Câbir’in davetinde bulundular. Daha sonra Peygamberimiz, alacaklıları çağırmasını söyledi. Hz. Câbir onları çağırmaya gitti. Hanımı Peygamberimizi görünce perde gerisinden, “Yâ Resûlallah, bana ve kocama dua et.” diye niyazda bulundu. Peygamberimiz de, “Allah seni ve kocanı mağfiret etsin.” diyerek en hayırlı duayı yaptı.
Bu arada olup bitenler “Mektûbât”ta şöyle anlatılır:
“Câbir, pederinin asıl malını guremaya [alacaklılara] verdi. Kabul etmediler. Hâlbuki bağındaki meyveleri kaç senede deynine [borcuna] kâfi gelmeyecek. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etti: ‘Bağın meyvelerini koparınız, harman ediniz.’ Öyle yaptılar. Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm harman içinde gezdi, dua etti. Sonra Câbir harmandan pederinin bütün guremasının borçlarını verdikten sonra yine bir senede bağdan gelen mahsulat kadar harmanda kaldı. Bir rivayette, bütün guremaya verdiği kadar kaldı. O hadiseden borç sahipleri Yahudiler çok taaccüp edip hayrette kaldılar.”[2]
Hz. Câbir daha sonra hanımının Peygamberimizin duasını istediğini duyunca ona, “Ben sana Peygamberimizi rahatsız etmemeni söylememiş miydim?!” diye çıkıştı. Hanımı da, “Resûl-i Ekrem benim evime gelir de, ben ondan bana ve kocama dua etmesini nasıl istemem?! Biz zaten Resûl-i Ekrem’in himmet ve yardımı ile borcumuzdan kurtulduk,” diye cevap verdi.
Bedir ve Uhud’da bulunamamanın üzüntüsünü her zaman hisseden Câbir, babasının vefatından sonra hiçbir sefer ve gazadan geri kalmadı ve Resûlullah ile (a.s.m.) birlikte 19 gazaya iştirak etti.
Babasının Uhud’da şehit olmasından sonra Hz. Câbir dul bir kadınla evlenmişti. Resûlullah (a.s.m.) bu evlenmeden haberdar olduğu zaman, biraz da taaccüple kendisine, “Bakire mi, dul mu aldın?” diye sormuştu. Câbir (r.a.) şöyle cevap verdi:
“Ey Allah’ın Resûl’ü, biliyorsunuz, benim yedi kız kardeşim vardır. Onlara bakıp saçlarını tarayacak, besleyip büyütecek tecrübeli birisini almak istedim. Onun için dul bir kadını tercih ettim.”
Fevkalade yakışıklılığı ve kahramanlığıyla istediği kızla evlenebilecek durumda olan Câbir’in bu davranışı Resûlullah’ın (a.s.m.) çok hoşuna gitti ve “İsabet ettin, ey Câbir!” diyerek kendisini teyit buyurdu.[3]Câbir’in (r.a.) evlendiği Süheyme binti Mes’ud isimli kadın, daha sonraları İslam’a büyük hizmetlerde bulunmuştur.[4]
Ensar’ın ileri gelenlerinden olan Hz. Câbir, Medine’ye iki kilometre kadar uzak bir mesafede oturmasına rağmen, Peygamber Mescidi’nde, Peygamberimizin (a.s.m.) imamlığında kılınan bütün vakit namazlarına iştirak ederdi. Hz. Câbir’in kabilesi olan Selemeoğulları bir ara Mescid-i Nebevî civarında boş olan yere yerleşmek istedi. Bunu haber alan Resûlullah, “Ey Selemeoğulları! Yurtlarınızdan ayrılmayınız ki, izleriniz [sevaplarınız] çok olsun.” buyurdu.[5]
Hendek Harbi sırasında Müslümanlar en sıkıntılı günlerini yaşıyorlardı. Müslümanlar bir taraftan hendek kazarak muhasara için hazırlık yapıyorlar, diğer taraftan da açlık tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyorlardı. Hz. Câbir’in (r.a.) rivayet ettiği bir hadise, Müslümanların bu harpte çektikleri sıkıntı ve ıstıraplarının açık bir misalidir.
Hendek kazmakla meşgul olan sahabiler, bir kaya parçasına tesadüf ederler ve onu bir türlü yerinden oynatamazlar. Resûlullah (a.s.m.), kayanın üzerine biraz su serpmelerini söyler ve eline aldığı balyozu üç defa taşa vurur, taş paramparça olup dağılır. Hz. Câbir der ki: “Dikkat ettim, Resûlullah (a.s.m.) bu işi yaptığı sırada karnına açlığını bastırmak için taş bağlamıştı.”[6]
İşte bu sıkıntılı ve ıstıraplı günlerden birinde, Hz. Câbir’in evinde bir miktar arpa ile bir oğlak vardı. Hanımıyla konuşarak, onları Resûlullah (a.s.m.) ve beraberinde bulunan birkaç sahabeye ikram etmeye karar verdi. Zaten daha fazlasına da güçleri yetmezdi. Câbir, Resûlullah’a (a.s.m.) gelip, “Biraz yemeğim var. Siz ve birkaç kişi buyurun.” dedi. Resûlullah, “Peki, hanımına söyle, ben gelinceye kadar yemeği ocaktan indirmesin, arpa ekmeğini de tandırdan çıkarmasın.” buyurdu.
Biraz sonra Hz. Câbir, Hendek mahallinden ayrılarak evine döndü. Bu arada Peygamberimiz (a.s.m.), iki elini ağzına götürerek bütün Ensar ve Muhacirîn’e işittirecek bir sesle, “Ey Hendek ahalisi! Câbir bir yemek hazırlamış, bizi davet ediyor. Haydi gidelim.” diye bağırdı.
Açlıklarını karınlarına bağladıkları taşlarla gidermeye çalışan yüzlerce sahabe bu davete icabet ederek Câbir’in (r.a.) evinin yolunu tuttu. Sahabiler gruplar hâlinde evin içini ve civarını doldurmuştu. Bu arada, Hz. Câbir bir pişen yemeğe, bir de gelenlere bakarak, şaşkınlıktan ne yapacağını bilemez bir vaziyette, “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn.” demekten kendisini alamadı.
Sonra Resûlullah (a.s.m.) geldi ve yemeği ortaya koymalarını emretti. Yemeğin başına geçerek dağıtmaya başladı. Biraz ekmek alıp, üzerine bir miktar pişmiş et koyarak, sıraya dizilmiş olan sahabilere dağıtıyordu. Yüzlerce sahabe karnını doyurduğu hâlde, birkaç kişilik olan yemek bir türlü bitmek tükenmek bilmiyordu. Herkes yemeğini aldıktan sonra, Resûlullah Efendimiz de bir miktar alıp yedi. Ve geride hâlâ ekmek ve et duruyordu. Hz. Câbir şöyle der:
“Bütün bin adam o sa’dan [arpadan], o oğlaktan yediler, gittiler. Daha tenceremiz dolu kaynıyor, daha hamurumuz ekmek yapılıyor. [Zira Resûlullah] o hamura, o tencereye mübarek ağzını koyup bereketle dua etmişti.”[7]
Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) bu nevi iltifatlarına birçok defa mazhar olan Câbir (r.a.), ilmi önce Resûlullah’tan tahsil etmiş, daha sonra Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali, Ebû Ubeyde ve Talha’dan (r.a.) tahsile devam etmişti. Bildiklerini başkalarına aktarmakta ve öğretmekte de çok cömert davrandı ve naklettiği 500’den fazla hadis-i şerif yanında İmam-ı Bakır, Muhammed bin Münkedir, Sâid bin Minâ, Âsım bin Ömer bin Katâde gibi çok kıymetli ilim adamlarını talebe olarak miras bıraktı.
Uzunca bir ömre mazhar oldu. Müslümanlardan herkese karşı şefkatli ve merhametli davranmakta çok hassas idi. Hz. Ali ile Muâviye arasındaki ihtilafta Hz. Ali’nin yanında yer almakla birlikte, daha sonraki ihtilafların dışında kaldı. Müslümanlar arasındaki ihtilaflardan söz edildiği zamanlarda şu hadis-i şerifi naklederdi:
“İnsanlar Allah’ın dinine cemaatler hâlinde girdiler. Yine zaman gelecek, cemaatler hâlinde ondan çıkacaklar.”[8]
Ömrünün sonlarına doğru Haccâc’ın valilerinin zulüm ve sıkıntıları yüzünden fazlaca müteessir olmuş ve çökmüştü. Hicret’in 74. senesinde 94 yaşındayken vefat etti. Haccâc da dâhil binlerce Müslüman, Hz. Câbir’in (r.a.) cenaze namazına iştirak etti. Sağlığında olduğu gibi cenazesiyle de Müslümanların bir araya gelerek kaynaşmasına vesile olan Hz. Câbir’in şefaatinden Cenâb-ı Hak bizleri mahrum etmesin!
_________________________________
[1]Müsned, 3: 395.
[2]Mektûbât, s. 108; Müsned, 3: 373.
[3]Buhârî, 2: 580.
[4]Müsned, 3: 334.
[5]Müslim, Mesâcid: 281.
[6]Müsned, 3: 303.
[7]Müsned, 3: 337; Mektûbât, s. 103.
[8]Müsned, 3: 343.