Post by Admin on Oct 7, 2014 13:08:18 GMT
Hz. Abdullah, Medineliydi. Hicret’ten önce Müslüman olmuştu. Asıl ismi Hubab’dı. Peygamberimiz bu isimden hoşlanmadığı için “Abdullah” olarak değiştirdi. Abdullah (r.a.), Peygamberimize bütün kalbiyle bağlanmıştı. Onun uğrunda yapamayacağı hiçbir fedakârlık yoktu. Bütün savaşlara iştirak etti.
Fakat kaderin garip bir cilvesidir ki, babası Abdullah bin Übeyy, meşhur münafıklardandı. İman etmeyişinin sebebi ise, Resûlullah’a duyduğu kindi. Çünkü o, Hazreç kabilesinin ileri gelenlerindendi. Zengindi. Kavmi tarafından çok seviliyordu. Bilgili ve dirayetli bir adamdı. Medine’nin hükümdarı olacağı bir sırada, Hicret hadisesi vuku bulmuş ve İslam Devleti kurulmuştu. Bu durum onu çok rahatsız etti. Peygamberimize düşmanlık besledi. Etrafındakilerle birlikte Resûlullah’a ve Müslümanlara ellerinden gelen kötülüğü yaptılar. Fakat Peygamberimizin günden güne kuvvetlendiğini görünce, çaresizlik içinde, iman ettiklerini açıklamak zorunda kaldılar. Ancak her fırsatta ihanet etmekten, çeşitli dedikodularla Müslümanların maneviyatını sarsmaktan da geri durmadılar.
Mesela Uhud Savaşı başlamadan önce, İslam ordusunun üçte birini teşkil eden adamlarıyla birlikte Medine’ye dönmüştü. Neticede İslam ordusu mağlup olmuştu.
Abdullah bin Übeyy’in oğlu Hz. Abdullah, bu savaşta çok büyük kahramanlıklar göstermiş, birkaç yerinden yaralanmıştı. İki dişi de kırılmıştı. Babası onun bu hâline çok sevindi:
“Sen beni dinleyip, gençlerin görüşüne uyan Muhammed’i dinlemeseydin bu felakete uğramazdın.” dedi.
Hz. Abdullah böyle bir şeyden babasının memnuniyet duymasına çok üzüldü. O, bu neticede bir hayır olduğuna inanıyordu. Babasına:
“Allah’ın takdir ettiği şeyde muhakkak bir hayır ve hikmet vardır.” cevabını verdi.
Abdullah bin Übeyy, Benî Mustalık Gazası’na da katıldı. Niyeti bu defa da bozgunculuk çıkarmak, münafıklık yapmaktı. Başına topladığı münafıklara:
“Medine’ye dönüşte izzetli ve kuvvetli olan, zelil ve zayıf olanı muhakkak oradan sürüp çıkaracaktır. Onları siz kendi elinizle yurdunuza yerleştirdiniz. Mallarınızı onlarla paylaştınız. Eğer siz böyle yapmayıp onlara karşı sıkı davransaydınız, onlar başka yerlere giderlerdi. Sizler onun uğrunda ölüp çocuklarınızı yetim bıraktınız, azaldınız. Onlar ise çoğaldılar. Yanındakilere zekât ve sadaka vermeyiniz ki, onlar etrafından dağılıp gitsinler.” dedi.
Hz. Abdullah, babasının bu sözlerini duyduğunda çok üzüldü. Hemen Peygamberimizin huzuruna çıktı. Şu ricada bulundu:
“Yâ Resûlallah, duyduğunuz sözler için eğer babamı öldürecekseniz, emrediniz bu işi ben yapayım, onun başını kesip size getireyim! Vallahi Hazreç kabilesi, aralarında babasına karşı benden daha hayırlı ve saygılı birinin bulunmadığını bilirler. Korkarım ki, öldürme işini benden başkasına emredersiniz de, nefsim, babamın katilinin halk içerisinde dolaşmasına razı olmaz. Sonunda bir kâfire karşı bir mümini öldürürüm de, cehenneme girerim...”
Birtakım dedikodulara meydan vereceği düşüncesiyle, Peygamberimiz buna müsaade etmedi:
“Hayır, babana karşı yumuşak davranırız, aramızda bulunduğu müddetçe iyi arkadaşlık yaparız.” buyurdu.
Hz. Abdullah, babasının Resûlullah hakkındaki sözlerini bir türlü unutamıyordu. Mutlaka babasını cezalandırmak istiyordu, daha fazla bekleyemedi. İlerleyip babasının önünü kesti ve:
“İzzet ve kuvvetin Allah ve Resûl’üne ait olduğunu söyleyinceye kadar seni bırakmayacağım!” dedi. Babası hayret içerisinde:
“Demek beni Medine’ye bırakmayacaksın?!” diye sordu. Hz. Abdullah:
“Evet!” dedi, “İzzet ve kuvvetin Allah ve Resûl’üne ait olduğunu itiraf etmeyecek olursan, boynunu vuracağım!”
Abdullah bin Übeyy, oğlunun kararlı olduğunu anlayınca:
“Ben şehadet ederim ki, izzet ve kudret Allah’a, Resûl’üne ve müminlere aittir.” demek zorunda kaldı.
Peygamberimiz, Hz. Abdullah’ın bu davranışından dolayı çok memnun oldu:
“Allah seni hayırla mükâfatlandırsın!” buyurarak ona dua etti. Sonra da ona, babasını bırakmasını emretti.
Bir iman kahramanı olan Hz. Abdullah, hayatının sonuna kadar İslam’a hizmetten geri durmadı. Hicret’in 12. yılında yapılan Yemâme Savaşı’na katıldı. Burada çok büyük kahramanlıklar gösterdi. Birçok yerinden yaralandı. Neticede şehadet mertebesine erişti. Allah ondan razı olsun![1]
__________________________________________
[1]Tabakât, 2: 65; 3: 540-541; Müstedrek, 3: 488. Üsdü’l-Gàbe, 3: 197.
Fakat kaderin garip bir cilvesidir ki, babası Abdullah bin Übeyy, meşhur münafıklardandı. İman etmeyişinin sebebi ise, Resûlullah’a duyduğu kindi. Çünkü o, Hazreç kabilesinin ileri gelenlerindendi. Zengindi. Kavmi tarafından çok seviliyordu. Bilgili ve dirayetli bir adamdı. Medine’nin hükümdarı olacağı bir sırada, Hicret hadisesi vuku bulmuş ve İslam Devleti kurulmuştu. Bu durum onu çok rahatsız etti. Peygamberimize düşmanlık besledi. Etrafındakilerle birlikte Resûlullah’a ve Müslümanlara ellerinden gelen kötülüğü yaptılar. Fakat Peygamberimizin günden güne kuvvetlendiğini görünce, çaresizlik içinde, iman ettiklerini açıklamak zorunda kaldılar. Ancak her fırsatta ihanet etmekten, çeşitli dedikodularla Müslümanların maneviyatını sarsmaktan da geri durmadılar.
Mesela Uhud Savaşı başlamadan önce, İslam ordusunun üçte birini teşkil eden adamlarıyla birlikte Medine’ye dönmüştü. Neticede İslam ordusu mağlup olmuştu.
Abdullah bin Übeyy’in oğlu Hz. Abdullah, bu savaşta çok büyük kahramanlıklar göstermiş, birkaç yerinden yaralanmıştı. İki dişi de kırılmıştı. Babası onun bu hâline çok sevindi:
“Sen beni dinleyip, gençlerin görüşüne uyan Muhammed’i dinlemeseydin bu felakete uğramazdın.” dedi.
Hz. Abdullah böyle bir şeyden babasının memnuniyet duymasına çok üzüldü. O, bu neticede bir hayır olduğuna inanıyordu. Babasına:
“Allah’ın takdir ettiği şeyde muhakkak bir hayır ve hikmet vardır.” cevabını verdi.
Abdullah bin Übeyy, Benî Mustalık Gazası’na da katıldı. Niyeti bu defa da bozgunculuk çıkarmak, münafıklık yapmaktı. Başına topladığı münafıklara:
“Medine’ye dönüşte izzetli ve kuvvetli olan, zelil ve zayıf olanı muhakkak oradan sürüp çıkaracaktır. Onları siz kendi elinizle yurdunuza yerleştirdiniz. Mallarınızı onlarla paylaştınız. Eğer siz böyle yapmayıp onlara karşı sıkı davransaydınız, onlar başka yerlere giderlerdi. Sizler onun uğrunda ölüp çocuklarınızı yetim bıraktınız, azaldınız. Onlar ise çoğaldılar. Yanındakilere zekât ve sadaka vermeyiniz ki, onlar etrafından dağılıp gitsinler.” dedi.
Hz. Abdullah, babasının bu sözlerini duyduğunda çok üzüldü. Hemen Peygamberimizin huzuruna çıktı. Şu ricada bulundu:
“Yâ Resûlallah, duyduğunuz sözler için eğer babamı öldürecekseniz, emrediniz bu işi ben yapayım, onun başını kesip size getireyim! Vallahi Hazreç kabilesi, aralarında babasına karşı benden daha hayırlı ve saygılı birinin bulunmadığını bilirler. Korkarım ki, öldürme işini benden başkasına emredersiniz de, nefsim, babamın katilinin halk içerisinde dolaşmasına razı olmaz. Sonunda bir kâfire karşı bir mümini öldürürüm de, cehenneme girerim...”
Birtakım dedikodulara meydan vereceği düşüncesiyle, Peygamberimiz buna müsaade etmedi:
“Hayır, babana karşı yumuşak davranırız, aramızda bulunduğu müddetçe iyi arkadaşlık yaparız.” buyurdu.
Hz. Abdullah, babasının Resûlullah hakkındaki sözlerini bir türlü unutamıyordu. Mutlaka babasını cezalandırmak istiyordu, daha fazla bekleyemedi. İlerleyip babasının önünü kesti ve:
“İzzet ve kuvvetin Allah ve Resûl’üne ait olduğunu söyleyinceye kadar seni bırakmayacağım!” dedi. Babası hayret içerisinde:
“Demek beni Medine’ye bırakmayacaksın?!” diye sordu. Hz. Abdullah:
“Evet!” dedi, “İzzet ve kuvvetin Allah ve Resûl’üne ait olduğunu itiraf etmeyecek olursan, boynunu vuracağım!”
Abdullah bin Übeyy, oğlunun kararlı olduğunu anlayınca:
“Ben şehadet ederim ki, izzet ve kudret Allah’a, Resûl’üne ve müminlere aittir.” demek zorunda kaldı.
Peygamberimiz, Hz. Abdullah’ın bu davranışından dolayı çok memnun oldu:
“Allah seni hayırla mükâfatlandırsın!” buyurarak ona dua etti. Sonra da ona, babasını bırakmasını emretti.
Bir iman kahramanı olan Hz. Abdullah, hayatının sonuna kadar İslam’a hizmetten geri durmadı. Hicret’in 12. yılında yapılan Yemâme Savaşı’na katıldı. Burada çok büyük kahramanlıklar gösterdi. Birçok yerinden yaralandı. Neticede şehadet mertebesine erişti. Allah ondan razı olsun![1]
__________________________________________
[1]Tabakât, 2: 65; 3: 540-541; Müstedrek, 3: 488. Üsdü’l-Gàbe, 3: 197.